
Etiketler: fotoğraf, fotoğrafçı
posted by gildorx @ 1/25/2009 01:31:00 ÖS,
,


Etiketler: fotoğraf, fotoğrafçı
posted by gildorx @ 1/25/2009 01:30:00 ÖS,
,


Etiketler: fotoğraf, fotoğrafçı
posted by gildorx @ 1/25/2009 01:19:00 ÖS,
,

http://elcin.tumblr.com/post/71345183
http://hippychick7.deviantart.com/gallery
Etiketler: elçin, fotoğraf, fotoğrafçı
posted by gildorx @ 1/25/2009 12:39:00 ÖS,
,


Etiketler: fotoğraf
posted by gildorx @ 1/13/2009 10:14:00 ÖÖ,
,


Etiketler: fotoğraf, fotoğrafçı, portfolyo
posted by gildorx @ 11/13/2008 03:34:00 ÖS,
,

Etiketler: fotoğraf, fotoğrafçı, galeri, portfolyo
posted by gildorx @ 11/13/2008 10:13:00 ÖÖ,
,




Etiketler: fotoğraf, fotoğrafçı, portfolyo
posted by gildorx @ 11/13/2008 09:58:00 ÖÖ,
,

http://www.dexigner.com/tasarim_etkinlikleri/4779.html
15 Şubat 2006 Çarşamba Levent ÖZLER
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kuruluş yıllarında, fotoğraflarıyla genç cumhuriyetin ve Türk insanının dünyaya tanıtılmasında en büyük görevi üstlenen Othmar Pferschy'nin "Cumhuriyet'in Işığında: Othmar Pferschy Fotoğrafları" başlıklı fotoğraf sergisi 1 Şubat'ta İstanbul Modern'de açılıyor. Fortis'in katkılarıyla gerçekleşen İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi'ndeki sergide sanatçının 160 yapıtı yer alacak ve sergi 14 Mayıs 2006 tarihine dek sürecek.
Serginin açılışına katılacak olan Avusturyalı fotoğrafçının kızı Astrid von Schell, Othmar Pferschy'nin eşsiz arşivini geçen yıl İstanbul Modern Sanatlar Müzesi Fotoğraf Arşivi'ne bağışlamıştı. Babasının anısını yaşatmak ve onu genç kuşaklara tanıtmak isteyen Astrid von Schell, ülkemizin görsel tarihi sayılacak 1714 adet negatif ve 1293 adet basılmış fotoğrafı İstanbul Modern Sanatlar Müzesi Fotoğraf Bölümü Küratörü Engin Özendes'e teslim etti.Belge fotoğrafının Cumhuriyet dönemindeki en önemli ilk temsilcilerinden olan Othmar Pferschy (1898-1984), ülkemizi dolaşarak binlerce fotoğraf çekti.
Genç Türkiye'nin gelişen ve yenileşen yüzünü tüm dünyaya tanıtmak için Matbuat Umum Müdürlüğü'nün (Basın Yayın Genel Müdürlüğü) başına getirilen Vedat Nedim Tör'ün önerisiyle, Pferschy "Kemalist Türkiye'nin uzman fotoğrafçısı" olarak 1935'ten 1940 yılına kadar Dahiliye Vekaleti Matbuat Umum Müdürlüğü'nde çalıştı.
Othmar Pferschy, tekniği ve olağanüstü kompozisyon anlayışıyla, fotoğrafa bakmayı ve görmeyi öğreterek kendinden sonra gelecek belge fotoğrafçılarına bir öğretmen oldu.
Othmar Pferschy'nin fotoğrafları, yeni dönemi dünyaya göstermek amacıyla hazırlanan ve baskısı Münih'te Türkçe, Fransızca, İngilizce, Almanca açıklamalarla yapılan "Fotoğrafla Türkiye" adlı albümde (1936), "La Turquie Kemaliste" dergilerinde, pullarda, kartpostallarda, kağıt paralarda, kitaplarda, broşürlerde, takvimlerde ve pek çok tanıtıcı yayında kullanıldı. "Fotoğraflarla Türkiye", "Turistik Türkiye" adlı sergiler, Bükreş, Belgrad, Atina ve Montreux'da açıldı. Bu kentlerde, yabancı dillerde hazırlanan yayınlar dağıtıldı.
"Genç Türkiye'nin bir çeşit gözü olan" Othmar Pferschy, yıllarca kent ve mimari fotoğraflarında; devasa binaları, modern fabrikaları, okulları, üniversiteleri, sağlık kuruluşlarını, sokakları, caddeleri, stadyumları, parkları, meydanları görkemli biçimde görüntüledi. İnsan ve yaşama ilişkin fotoğraflarında ise 19 Mayıs törenlerini, mutlu köylüleri, köylü çocukları, işçileri, ata binenleri, tenis oynayanları, eskrim yapanları, laboratuvarda çalışanları, daktilo yazanları, piyano çalanları vb. büyük bir titizlikle saptanmış anlarda, kusursuz bir teknik ve geometrik düzenle, mükemmel bir estetikle yansıttı.
Türkiye'de kırk üç yıl yaşayan ve modern manzara fotoğrafçılığını başlatarak, insan ve doğa ilişkileri, kentlerin değişen ve çağdaşlaşan yüzü gibi, özellikle yalnız güzeli araştırma ve saptama sorumluluğunun en güzel örneklerini veren Othmar Pferschy'nin, çıkarılan yasa nedeniyle Anadolu'da fotoğraf çekmesi yasaklandı ve Türk vatandaşlığına geçmesi kabul edilmedi.
1955 yılında meslektaşlarından aldığı tehdit mektubuna yazdığı yanıtta, bundan çok yaralandığını belirterek, her zaman Türkiye'ye yararlı olmayı amaçladığını vurgulamıştı:
“Sağlığımı göz önünde bulundurmaksızın çalıştım ve Anadolu yolculuklarımda çoğu kez hayatım üzerine kumar oynayıp kendimi felaketle sonuçlanacak derecede yordum ve aylar boyunca çelik gibi bir iradeyle günün ilk ışıklarıyla birlikte çalışmaya başladım, yanımda iyi resimler getirebilmek için şiddetli sıcaklarda günde 80-100 kere statifi kurduğum oldu. Üstelik haftalar boyu her gün, çoğu kez de Anadolu'nun kötü yollarında arabayla 300-400 kilometre yaparak, öyle ki sonunda sırtımda devasa bir cerahat toplanması oluştu ve İzmir'de ameliyat olmak zorunda kaldım. Çoğu kez hasta hasta ve ateşim varken çalıştım. Bunu da hesaba katın, benim gibi bir adamı incitme hakkını o zaman elde edersiniz. Hükümetin iyi para ödediği doğrudur; ama bu işin parayla ölçülecek yanı da yoktur ve sadece yararlı bir insan olma idealizmi ve bilinciyle yapılabilir."
İstanbul Modern: http://www.dexigner.com/directory/detail/4183/
Othmar Pferschy Kimdir?
Cumhuriyet döneminin ilk evrelerinde yapıtlarıyla öne çıkarak sivrilen ve kısa süreli kendi dönemi ile daha sonraki dönemleri de etkileyen Othmar Pferschy, 16 Ekim 1898'de Avusturya'nın Graz kentinde doğdu.
Çocukluğu, Avusturya- Macaristan sınırı yakınındaki Fürstenfeld kasabasında geçti. Gençlik yıllarında muhasebecilik yaparken, tiyatroyla da ilgilendi. Asıl ilgi duyduğu fotoğrafla, 1923 yılının şubat ayından 1925 yılının mayıs ayına kadar Viyana'da
Anton Pöpperl'in yanında çırak olarak çalışmaya başladığında tanıştı. Mayıs ayında beş aylığına Almanya Magdeburg'da fotoğrafçı Robert Fendius'un stüdyosuna geçti.
Daha sonra beş ay için Almanya Friedrichshafen'da Bockelmann'ın yanında sonra da Avusturya Salzburg'da Otto Porov'un yanında çalıştı.
9 Ekim 1926'da, biraz da gençliğin verdiği serüven arzusu, Viyana garından bindiği Şark Ekspresi ile İstanbul'a gelmesini sağladı. Dileği, burada turist olarak bir kaç hafta kalmaktı. Bir gazetede gördüğü ilan üzerine, geldikten bir ay sonra Pera'nın tanınmış fotoğrafçılarından Foto Français'in sahibi Jean Weinberg'in yanına girdi.
Sonra 10 Temmuz 1931'de Beyoğlu'nda ilk stüdyosunu açarak çalışmalarını bağımsız olarak sürdürdü. 11 Haziran 1932'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 2007 sayılı Türkiye'de Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun adlı bir yasa kabul edilince, Türk vatandaşı olmayanların fotoğrafçılık gibi bazı mesleklerde çalışma yapması yasaklandı. Bu yasa sonucunda bir kaç aylığına Mısır'a İskenderiye'ye gitti.
Kahire'ye göç etme hazırlığındayken, Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör'ün ısrarıyla, "Kemalist Türkiye'nin uzman fotoğrafçısı" olarak 1935'ten 1940 yılına kadar Dahiliye Vekaleti Matbuat Umum Müdürlüğü'nde çalıştı.
Othmar Pferschy, 2 Ekim 1936 yılında Evangelia Seimiri (3 Mart 1902-1974) ile evlendi, kızı Astrid 1937, ikiz oğulları Walter ve Ralph 1939'da doğdu.
II.Dünya Savaşı nedeniyle askere alınınca, 1940'ta Avusturya'ya dönmek zorunda kaldı. I.Dünya Savaşı sırasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu askeri olarak İtalyan cephesinde savaşan Pferschy, bu kez Üçüncü Reich askeri olarak Norveç cephesinde askeri fotoğrafçılık yaptı.
Dönüşünde Berlin'de Alman Propaganda Bakanlığı'na bağlı yayınevlerinden biri olan Fremdsprachen- Verlag G.M.B.H'ta çalıştı. Savaşın sonunda, yeniden kurulan Avusturya'nın vatandaşı olarak, 1947'de İstanbul'a döndü. 1940'ta Beyoğlu'nda bir fotoğraf stüdyosu açtı. Aynı yıl başvurmasına rağmen Türk vatandaşlığa kabul edilmedi.
1955'te Ankaralı meslektaşlarından onu çok yaralayan bir tehdit mektubu aldı. Dördüncü stüdyosu Harbiye'de yer alıyordu. Yine 2007 sayılı yasa öne sürülerek iki meslektaşı tarafından ihbar edildi. İhbarlar artınca Othmar Pferschy'nin çalışma izni iptal edilerek, ticari fotoğraf çekmesi yasaklandı. İleri gelen kişilerin devreye girmesi ile yalnızca İstanbul'da çalışmasına izin verildi, yıllarca dolaştığı Anadolu'da fotoğraf çekmesi yasaklandı. 1969'da, her zaman "ikinci vatanım" dediği Türkiye'yi sessizce terk etti.
Eşi ve Türkiye'de doğup büyüyen üç çocuğu Türk vatandaşı olmasına karşın, yaşamının en verimli dönemini ülkemizde geçiren ve genç Türkiye'nin tanıtılmasında en iyi fotoğrafları çekerek büyük katkı sağlayan Othmar Pferschy, 23 Nisan 1984'te Münih'te ölünceye dek, çok istemesine karşın Türk vatandaşlığına geçemedi. Etiketler: fotoğraf, Othmar Pferschy, sanat
posted by gildorx @ 3/17/2008 12:06:00 ÖS,
,

ARA GÜLER
http://www.fotomuhabiri.com/roportaj/araguler/araguler.html -''DEVLET SANATÇILIĞI GİBİ KAVRAMLAR ANCAK KOMÜNİST ÜLKELERDE OLUR.''
-''ÖLMEDEN BİR GÜN ÖNCE ARŞİVİMİN TAMAMINI YAKMAK LAZIM, YOKSA KİLOYLA SATARLAR ULAN!''
-''MEVCUT FOTOĞRAFLARIMDAN 5 ALBÜM DAHA ÇIKARTILABİLİR AMA LÜZUM O KADAR DA. HERKESİN TEK İŞİ GÜCÜ SEN DEĞİLSİN Kİ!"
-''100 FOTOĞRAFLA HATIRAYA KALMIŞ DURUMDAYIM AMA 80 BİN DİAM VAR DAHA KUTULARINDA BAKILMAYI BEKLEYEN.''
-''FİLMLERE, FOTOĞRAFA HOYRAT DAVRANANA TAHAMMÜL EDEMEM. HAYAT MECMUASINDA ÇALIŞIRKEN BİR SÜRÜ ADAMI ‘FİLME HÜRMETSİZLİK’ SUÇUNDAN KOVMUŞUMDUR."
RÖPORTAJ: Abdurrahman Antakyalı Türk fotoğrafının “duayen” ismi Ara Güler, 11 Kasım 2005 tarihi akşamı Çankaya Köşkü’nde düzenlenen ve devlet protokolünün hazır bulunduğu bir törenle “Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülü”nü Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in elinden aldı. Aşağıda tam metnini okuyabileceğiniz bu röportaj, Ara Güler ile ödülünü aldığı günün ertesi sabahı, sevgili Atila Cangır'ın Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'ndeki odasında başladı, "Usta"nın davetimi kırmayıp Anadolu Ajansı Fotoğraf Servisi'ni ziyareti sırasında tamamlandı.
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülleri'nden birine de siz layık görüldünüz. Aldığınız bu ödülü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu ödül devlet sanatçılığının üzerindedir bence. Zaten Devlet Sanatçılığı kavramına da karşıyım. Geçtiğimiz sefer 80 kişiye verildi. Şarkıcılar falan sanatçı ilan edildi. 80 kişiye verilen ödülü düşünün 5 kişiye verileni düşünün bir de. Devlet sanatçılığı gibi kavramlar ancak komünist ülkelerde olur. Oralarda göğüsleri madalyadan geçilmeyen bir sürü adam görürsünüz, ama pazarda 5 kuruşa satılıyordur o madalyalar.
Sanatçı olarak tanımlanmayı şiddetle reddediyorsunuz. İçinde “sanat” kelimesi geçen bir ödülü almak tedirgin edici mi sizin için?
Doğru. Fotoğraf sanat falan değildir deyip duruyorum millete. O zaman denmez mi "Eee... Madem öyle diyorsun da ne demeye bu Cumhurbaşkanlığı Sanat Ödülü’nü aldın!" diye. Neyse ki ödül kültür hayatına katkı yapanları da kapsıyor! Bizler görsel tarihçiyiz. Tarih, sanattan daha önemlidir bana soracak olursan. Geçtiğimiz yaz 77. yaşınızı kutladınız. Geriye dönüp "keşke şunu da çekseydim" diye hayıflandığınız çok şey oluyor mu?Çoktur be yahu, yığınla! Birçok fotoğraf olmuştur. Konunun önünden geçerken ya makinanız yoktur ya da üşenmiş, tembelliğiniz tutmuştur, çekmemişsinizdir. Bir daha oraya gittiğinizde kaybolmuştur. Doğada olay öyledir, bir daha tekrarlanmaz. Bu yaşamın realitesidir.
Eser üretenler genelde bu cümleyi kamuoyu ile paylaşmasalar da sizin "çektiklerim içinde en çok beğendiğim budur" dediğiniz bir fotoğraf var mı?
Sirkeci’de bir tramvayın önünde at arabasını çeken arabacının fotoğrafımı öyle severim. Tam anında çekilmiş bir fotoğraftır, denk gelmiş ve ben de uyanık davranmışımdır orada. Saniyelik bir olaydır. Bir saniye sonra o buluşma anı yoktur! Saniyenin 1/250'sinde fotoğraf üretiyoruz. Bir saniyenin içinde 250 fotoğraf ''an''ı var yani ve siz doğru anda üreteceksiniz. Bir dakika, öylesine çok uzun bir süredir ki fotoğraf çeken için.
Ama Allah yazısı önündeki kadınların fotoğrafı ön plana çıktı.
O çok basıldı da ondandır! 1956 yılında Edirne'de çekmiştim. Bin yerde çıkmıştır en azından, sayısını hatırlayamam. Posterlerde yer almıştır. Ondan daha mühim fotoğraflar vardır ama dediğim gibi çok baskısı yapıldığı için insanlar o fotoğrafı "en iyi" olarak görmekteler.
Ara Güler denince bu fotoğraf akla geliyor, getiriliyor. Bu sizi rahatsız ediyor mu?
O fotoğraf da iyi bir kompozisyona ve düşünceye sahiptir. Çok basılmasının gerekçesi de odur.
Kenarda kalmış, insanlarla paylaşmadığınız yani gün ışığına çıkmayan önemli fotoğraflarınız var mı?
Çok var. Bunlar öne çıkanlardır. Mevcut malzemeden rahatlıkla 5 kitap daha yapabilirsiniz. Lüzumu yok o kadar da. Herkesin tek işi sen değilsin ki. Milletin işi var gücü var; karısını gezmeye götürecek, yemeğini yiyecektir. Bir fotoğrafı seyretmektense dolma yemek daha keyflidir bence de.
Fotoğraf çekiyor musunuz hala?
Tabii çekiyorum. Ama çok bozuldu İstanbul'un görselliği. Modern şeyleri çekmeyi pek sevmiyorum. Memleketin ağzına ettiler de ondan çekecek birşey kalmadı!
Çektiğiniz bir fotoğrafın ''iyi'' olduğunu nasıl anlıyorsunuz?
Deklanşöre bastığım anda çektiğim fotoğrafı kağıdın üzerinde hissediyorum. "Bu iyi fotoğraf olur" diyorum karta basılmışını kafamda canlandırıp.
Şimdi bilgisayar üzerinde bakılıyor ama fotoğraflara...
Bilgisayar da kimi zaman işimize yarıyor. Temiz baskı, renk düzeltmeleri; bunlar iyi çok iyi şeyler. Ancak esas fotoğraf negatif filme çekilen fotoğraftır benim için.
Filme çekmenin duygusal yoğunluğu mu size daha fazla geliyor?
Emeği fazla olan şeyin değeri de fazla olur. Çünkü onunla çok uğraştığınız için seversiniz ve böylece o fotoğrafa daha yakın his duyarsınız. Dijital teknolojiyi sevmememin nedeni makinelerin, cep telefonlarının, fotoğrafı dört köşe formatta çekmesi. Oysa Leica'nın 24 'e 36 'lık formatı müthiş iyi hesaplanmıştır. Çok doğru ve estetiktir o dikdörtgen. İnsan beyni ve gözü için milimetrik doğru hesaplanmıştır bu ölçü. Sevmiyorum diğer formatları.
Bir röportajınızda ''Keşke herşey deklanşöre basmakla bitse'' demiştiniz...
Fotoğrafı çektikten sonraki en ciddi sorunlardan biri, çekilen fotoğrafın seyredenine nasıl sunulacağıdır çünkü. Bu hala belli değildir. Diyelim kitaba basacaksınız, bir türlü çerçeve oturtulamamaktadır. Dik fotoğrafı iki tam sayfaya nasıl basacaksınız! Millet evirip çevirecek mi kitabı her seferinde! Yan fotoğrafı da iki tam sayfa bastığınızda aynı sorun var, fotoğraf ortadan bölünüyor, cilt çizgisi araya girip bence fotoğrafı öldürüyor. Fotoğrafta sunum olayı daha çözülememiştir. Bir de saklama derdi var çekilenleri.
Arşiviniz ile ilgili ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?
O konuya hiç girme, b.ktur o iş. Hiçbir şey yaptığım yoktur o konuda.
Yapmayın! Onlar en önemli kültür hazinelerinden biri bu ülkenin...
Ölmeden bir gün önce hepsini yakmak lazım, kiloyla satarlar yoksa ulan! Türkiye'nin arşividir ama dünyadan da çok önemli fotoğraflar var.
Picasso'dan Hitchcock'a kadar...
Doğru, daha fazlası da var. Magnum'a bakarsan benim yaptığım işi yapan bir dolu adam görürsün. Şimdi arşivler üzerinde çalışmalar arttı ve bunları da internet üzerinden insanlara sunuyorlar ama ne kadarını? Philip Jones Griffith mesela... Çok iyi bir foto muhabiridir. "İnternette arayın da bakalım ne kadar fotoğrafı var?" dedim yanımdakilere, baktık o kadar az fotoğrafı var ki. Benim bildiğim birçok fotoğrafını koymamışlar mesela oraya. Sitelere koymazsan insanlar bilmiyor fotoğraflarını şimdi bir de bu halt çıktı! Kompüterde ne kadar varsa o kadar çekmişsin zannediyorlar. Binlerce fotoğrafı var fotoğrafçıların yahu."Arşivimi ölmeden önce yakmak lazım, yoksa kiloyla satarlar!"
Benim de gelmek istediğim konu buydu. Sizin sadece gün yüzüne çıkardığınız fotoğraflarınızla mı yetineceğiz?
Diğerleri orada, kutularda duruyor.
O kutularda duranları bilgisayar ortamına aktarmak için bir şeyler yapıyor musunuz?
Sıfır! Hiçbir şey yaptığım yok o konuda. Bazılarını taradık, onlarla web sitesi yapıyorlar benim için. Biraz Magnum Ajansı çalıştı üzerinde ama ne kadarını yapıyorlar ki! Topu topu 500 - 600 tane. Cartier Bresson'un adını yazıp arama yaptık taş çatlasa 500 tane fotoğrafı çıktı. Cartier Bresson saatte 500 kare fotoğraf çekiyor ulan! Gerçi işin bir de şu yönü var: Bir insan çektiği 15-20 resimle tarihe kalırsa büyük iş yapmış olur. Ben 100 resimle hatıraya kalmış durumdayım ama 100 tane değil ki hepsi, 80 bin dia var evde kutularda. Çıkartmaya korkuyorsun yerlerinden tekrar yerine nasıl koyacaksın diye.
Asistanlarınız yok mu bu işi yapan?
Ne asistanı yahu. Asistanım yok benim.
O kadar büyük bir arşivde aradığınızı nasıl buluyorsunuz?
Mesela Burma kutusunun yerini biliyorum. Baka baka kafama kazınmıştır artık. Birisi isteyince elimi atar tak diye bulurum istenilen filmi. Bazen biraz uğraştığımız oluyor.
Peki bir çözüm düşünüyor musunuz bunun için?
Envanterini çıkarmak gerekir diyorlar, doğrudur. Ama nasıl olacak bu? Benim yerime birileri bu işi yapsın desem nasıl bilebilecekler neyin ne olduğunu. Tarihlerine göre tasnif edilmemiştir çektiklerim. Mesela, Hindistan ile ilgili çektiklerim bir kutudadır ama 12 kez gitmişimdir Hindistan'a! Bir dolu kutu vardır böyle. Hangisinin hangi tarihte çekildiğini, hangi kentte çekildiğini nereden bilebilecekler? Ben başlarında durayım desem fotoğraf çekmeye vakit kalmayacak. Arşivle uğraşılacağına fotoğraf çekmek daha iyi gibi geliyor bana. Bu arada tanınmış fotoğraflarımın hepsi yüksek çözünürlüklü olarak taranmıştır. Ancak onlar taranırken bir şeyi fark ettim. Meşhur denilen o karelerin önü ve arkası yoktur, tek karedir. Ne kadar aptallık değil mi? Tramvayın önünde at arabasını çeken arabacının filmi tozlanmıştı. Suyun altına sokup tozunu alayım dedim film eridi gitti. Allahtan elimde baskısı vardı da röprodüksiyonunu yaptırdım. Hatta korkudan 20 kopya yaptırmışım. Ancak bu işlem sırasında netlik kayboluyor, siyah rengin tonu değişiyor. Neyse ki dijital teknoloji var ki sıfır kayıpla bu işlemi yaptırabildim. Bundan iki üç yıl önceki şartlarda olsaydık gitmişti fotoğraf!
Filmlerin uygun koşullarda saklanmadığında önce sirke kokusu yaydığı sonra da görüntünün bulunduğu emisyonlarının kaybolduğunu biliyoruz. Sizin arşiviniz uygun koşullarda mı saklanıyor?
İçine filmlerimi koymak için asitsiz kağıtlar yaptırdım ama ısı koşulları hiç kontrollü değil. Oda sıcaklığında duruyor filmler. Hatta üzerlerine yağmur yağdığı bile olmuştur bazılarının. Üzücü ama herkesinki böyle. Cartier Bresson'un arşivini de gördüm öyleydi, bilmem kiminki de öyle. Magnum şimdi böyle bir çalışma yapıyor ama bana filmleri çok da kuru tutmamak gerekir gibi geliyor.
Filmlerinizi bir uyarı yazısı ile matbaalara verdiğiniz söyleniyor. Nasıl bir yazı bu?
Evet. Tam metni şöyledir o yazının: ''Dikkat!!! Grafiker, resim seçici, redaksiyon, matbaa işlemlerinde çalışanlara mühim nottur. Elinizdekiler birer Ara Güler fotoğrafıdır. Bu fotoğraflar işlemde iken çay, kahve, gazoz, fanta ve benzeri meşrubatlarla fotoğraflara yaklaşılmaz, fotoğrafların civarında yemek yenmez ve içki içilemez, fotoğraflar ıslak veya sıcak yere, örneğin vantilatör veya kalorifer üzerine konulamaz, üzerine öksürülemez, ıslak veya pis ellerle tutulamaz, yakınında sigara içilemez ve yüksek sesle konuşulamaz.’’Matbaalarda adamlar fotoğrafı basarken yanında köfte yiyor çünkü, yağını filme damlatıyor. Filmlere, fotoğrafa hoyrat davranana tahammül edemem. Hayat mecmuasında çalışırken bir sürü adamı "filme hürmetsizlik" suçundan kovmuşumdur. Fotoğrafların boyutu kendi matbaalarındaki cihazların boyuna uymuyor diye kenarından kesmeye kalkıyor. Hakları yoktur buna. Kendi gazetesinden daha mühimdir çünkü benim fotoğrafım! Çünkü o fotoğraf tarihe kalacaktır o gazete kağıdının ise ertesi gün kıymeti yoktur artık, paket yaparken kullanırsın. Benim fotoğrafım öyle midir oysa, daha sonra defalarca kullanılacaktır.
Fotoğraflarınızın uluslararası yayın organlarında yayınlandıkları da göz önünde tutulursa evrensel oldukları konusunda da şüphe yok. O dönemde bunu nasıl yakaladınız? Döneminizin foto muhabirlerinden sizi ayıran özellik neydi?
Eski foto muhabirleri arasında iyileri vardı ama benim şansım vardı. Uluslararası yayın organları ile iletişimimi iyi kurdum. Bende şeytan tüyü de vardır. Ayrıca fotoğraf çekmek sadece deklanşöre basmakla yapılacak iş değildir. Entelektüel birikiminizin olması gerekir. Resme de, tarihe de, müziğe de, edebiyata da meraklı olmanız gerekir. Orhan Kemal, Yaşar Kemal ile aramızda fark yoktur. Onlar yazıyla bakar dünyaya ben fotoğrafla...
Diğer foto muhabirlerinde bu yok muydu?
Bir de çok fotoğrafçı girmek istese bile giremez bu ortama. Bu bir fotoğraf çetesidir. Başını da en büyük çete olan Magnum çeker. Adamlar almıyorlar içlerine.
Life dergisinde de çok sayıda fotoğrafınız yayınlandı. Dünyada çok etkin bir dergiydi ancak kapandı. Neden?
Adamlar 50 Cent’e dergi satıyorlardı ama bazı aboneleri dağ başında oturuyordu ve posta masrafı 2 doları buluyordu. Kapandığı zaman 1 milyon 200 bin tirajı vardı. Düşünebiliyor musun? Bir dergi bu kadar satacak ama abonelerinden dolayı batacak! Ama oldu işte. Gerçi bakıyorum da Life’ın devri zaten bitmiş şimdi bu koşullarda.
Niçin?
İlan servisleri ele geçirmişler basını. Patronlar da para onlardan geliyor diye ne istiyorlarsa yapıyor. Gazetelere bir bakın, haberden çok ilan sayfası var. Habere de müdahale ediyor ilancılar. Çok fena işler dönüyor. Stern dergisini takip ederim hala. Beş altı sayfalık bir röportajın arasında bir o kadar sayfa da reklam koyuyorlar şimdi. Böyle olunca röportaj bin parçaya bölünüyor, tadı tuzu kalmıyor. Eskiden olmazdı bunlar. National Geographic’te bile bu böyle. Bırakın bizi, dünyada tadı kaçtı bu işin. Şimdi herkes sadece para peşinde. Paradan başka bir şey düşünmemeleri yönünde eğitim alıyorlar çünkü. Yani "her haltı yap, köşeyi dön" olmuş rehberleri. Ayıp kabul edilmiyor bu artık. Başarılı olan adam zengin olandır anlayışı hakim şimdi. Bu dönem Bethooven'i bile yerdi. O da bir halt olamazdı bu dönemde gibime geliyor.
Günümüzde web siteleri fotoğraf üreten kişilerin eserlerini dünyanın en ücra köşesindeki insanlara bile sunma olanakları yaratıyor. Sınırlı sayıda basılan kitaplarınızın ulaşmadığı yerlerdekiler bile şimdi bilgisayarlarına bir dokunuşları ile yaptıklarınızı kolaylıkla görebiliyor. İyi olan şeylerin altının daha kalın çizilmesine neden olmuyor mu bu?
Bu Bill Gates'in dünyaya armağanıdır. Çok mühim adamdır benim gözümde Bill Gates. İyi olanın altı senin dediğin gibi çizilmiş gibi duruyor ama adamın da elinden alınıyor onlar. Firmanın, Microsoft'un malı oluyor hepsi. Dünyaya mal olmak için büyük kapitalin malı olman gerekiyor, bu çok acı bir şey.
Herkes Ara Güler'e fotoğraf çektirmek istiyor, yorucu değil mi bu?
Bir romancı geliyor fotoğrafımı çek diyor, ben ona ''sen de yazarsın benim bir romanımı yaz'' diyor muyum! Bizim iş pek mühim gelmiyor demek ki insanlara.İmza isteyenler de çok oluyor. Geçenlerde ünlü fotoğrafçı Reza, "Ara usta film yıldızı gibi" demişti sizin için. Bir foto muhabirinin yüzünün çok tanınması, medyatik olması mesleki açıdan dezavantaj değil mi?Tabii ki... Mesela Henri Cartier Bresson Fransa'da De Gaulle'den daha çok tanınır. Ancak görsel olarak değil, isim olarak. Çünkü yüzünü göstermezdi. Röportaj yapmak isteyen televizyonlara, kameralarının kendisini ense tarafından çekmesi, yüzünü göstermemesi koşuluyla izin verirdi. Çünkü gittiği yerlerde yüzü tanınacağı için fotoğraflarındaki doğallığın kaybolacağını inanıyordu.
Sizin yüzünüz ne zaman tanınmaya başlandı?
Hep öyleydi. Ben o konuda çok şanssızım. Hep bilindi yüzüm. Çünkü devrin en çok satan mecmuası olan Hayat'ın her sayısında üç-dört röportajım çıkardı. Ahmet Emin Yalman'ın resmini koy bir de benimkini; beni daha çok tanıyorlardı o devirde de!
Sizi siyah beyaz fotoğraflarınızla tanıyor ve değerlendiriyor herkes. Oysa uzun süre renkli fotoğraflar da çektiniz, hala da çekiyorsunuz. Kendi adıma konuşacak olursam, bana renkli fotoğraflarınız da oldukça keyf veriyor. Bu konudaki genel tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Siyah beyaz fotoğraflarınızla tanıyor ve değerlendiriyor herkes. Oysa uzun süre renkli fotoğraflar da çektiniz, hala da çekiyorsunuz. Kendi adıma konuşacak olursam, bana renkli fotoğraflarınız da oldukça keyf veriyor. Bu konudaki genel tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok iyi fotoğraflarım var renkli çektiklerim arasında ama bilmiyorum neden bu böyle... Belki de insanlar fotoğraf deyince sadece siyah-beyaz'ı algıladıkları içindir. Aslında siyah-beyaz ile renkli arasında fark yoktur fotoğraf açısından. Bazı konular vardır siyah-beyaz çekilmelidir bazıları ise renkli çekildiğinde daha güçlü olurlar. Kırk - elli yıl önce çektiklerim her yerde ama çoktandır siyah-beyaz çektiğim yoktur. Gelin, buzdolabıma bakın bir tane siyah-beyaz film bulamazsınız. Kullanmıyorum artık. Bu uzun yıllardır böyle. Magnum'da da çok siyah-beyaz kullanan kalmadı.
Renkli fotoğraflarınıza haksızlık yapıldığına inanıyorsunuz öyleyse...
Tabii ki... Çok güzel resimlerim var renkli. Onlar öyle kaldı. Aslında kalmadı "var"lar. Ancak daha sonra, sanki yeni çekilmiş gibi keşfedilecektir.
Fotoğraflarınız her yerde karşımıza çıkıyor, aldığınız telif ücretlerinden epey zengin olmuşsunuzdur herhalde...
Neredeee! Her yerden benim çektiğim ama benden izin alınmadan basılan bir fotoğraf karşıma çıkıyor. Bu konuda müthiş bir arsızlık var bizde. Bu yaştan sonra hangi birinin peşinde koşacaksın. Ama çok üzüyor bu beni.
Gününüzün ne kadarını fotoğrafa ayırıyorsunuz?
Tümünü... Başka bir şey yok ki hala hayatımda.


Etiketler: Ara Güler, fotoğraf, röportaj, sanat
posted by gildorx @ 2/24/2008 11:00:00 ÖS,
,

2. Dünya Savaşı sırasında Almanya'nın Dresden şehrini yerle bir ederek 250 bin sivili katleden Amerikan ve İngiliz savaş uçakları, Leica objektifler zarar görmesin diye Wetzlar bölgesine tek bir bomba bile atmamışlar. Vietnam Savaşı sırasında yakalanan bir Viet Konglu gerilla sokak ortasında infaz edilirken deklânşöre basarak o anı ölümsüzleştiren ünlü foto-muhabiri Eddie Adams'ı, ünlü CHE portresini çekerek bir idolün doğmasında önemli rol oynayan Kordi'yi, Güney Afrika fotoğraflarıyla Susan Meisalas ve diğerlerini birçok kişi bilir. Ancak, dünyayı değiştiren o unutulmaz fotoğrafların çekilmesini sağlayan fotoğraf makinelerini pek bilen olmaz. Oysa fotoğrafın tarihinde fotoğrafçının yanı sıra, fotoğraf makineleri de önemli bir yer tutuyor. Başlı başına bir efsane olan Leica, 20. yüzyılın başlangıcından beri dünya tarihi ile çok sıkı bir ilişki içinde. Dünyada oluşan olaylar Leica'nın gelişimini, makinenin kullanıcıları da dünya tarihini etkiledi. Hatta Soğuk Savaş döneminde casuslar ve gizli servis elemanları bile Leica'yı tercih ediyordu. Dünya tarihi ile çok sıkı ilişki içinde olan Leica için o kadar çok hikaye anlatılagelir ki, efsaneyle gerçeklik birbirine girmiş durumda. Ünlü foto muhabiri Ara Güler ile fotoğraf üzerine yaptığımız söyleşide filmi biraz geriye, 50 yıl öncesine sarınca ilginç bir Leica hikayesi daha ortaya çıktı. Hikaye 2. Dünya Savaşı yıllarında geçiyor. Ara Güler'in anlattığına göre, önlerine çıkan bütün Alman kentlerini bombalayan Amerikan ve İngiliz savaş pilotlarının Frankfurt üzerine geldiklerinde daha dikkatli olmaları gerekiyordu. Frankfurt'a 12 kilometre uzaklıktaki Wetzlar ve Solums kasabaları kesinlikle bombalanmayacaktı. Çünkü bu kasabalarda ünlü fotoğraf makinesi Leica'nın üretim tesisleri bulunuyordu. Daha da önemlisi mercekler toprak altında soğumaya bırakılmıştı. 21 yıl sürecek bekleyiş sırasında 50 binden fazla merceğin kesinlikle sarsılmaması gerekiyordu.Aksi halde sarsıntıyla oluşacak küçük bir hava kabarcığı; ya da zerre kadar bir leke dünyada bir benzeri olmayan merceklerin çöpe atılmasına yol açacaktı. Ara Güler, Amerikan ordusunun bunları bildiğini, bu nedenle bölgeyi hava bombardımanı yerine motosiklet kıtalarıyla zaptettiğini söylüyor.Daha sonra, atom çalışmaları için Alman bilim adamlarıyla birlikte Leica'nın mühendisleri de Rusya tarafından kapılmadan, Amerika'ya götürülmüş. Fizikçiler gibi Washington yakınlarındaki özel kampa yerleştirilmiş, önlerine de açık çek konulmuş. Ancak Leica mühendisleri fizikçiler gibi işbirliği yapmamış. Bu nedenle Amerikalılar, Leica gibi bir fotoğraf makinesi üretememiş. Güler, Leica objektiflerin yapılabilmesi için geometrideki "pi" sayısı gibi bir anahtar numaranın ve açıların bilinmesi gerektiğini, bunu da Leica'da sadece 4-5 mühendisin bildiğini söylüyor. Gerçi daha sonra Ruslar Leica'yı taklit ederek Zorki markasıyla bir makine üretmiş; ancak başarılı olamamışlar. Savaş sonrası İngiliz ve Amerikan gizli servisleri Leitz fabrikalarını gezip üretim teknikleri hakkında ayrıntılı bir rapor hazırladılar. Elde edilen bu bilgiler İngiliz Reid marka fotoğraf makinesinin yapımında kullanılmış. Bir başka Leica hikayesi de yine İkinci Dünya Savaşı yıllarından. Hitler'in iktidarı döneminde birçok firma gibi Leica da Hitler'e sempatik görünmek için olsa gerek üzerinde "gamalı haç" bulunan Leica serisi çıkarmış. Ancak bugünkü Leica kataloglarında bu model gözükmüyor. Leica tarihinde de böyle bir olaydan bahsedilmiyor. Haber ve belgesel fotoğrafçısı Haluk Çobanoğlu, gamalı haçlı Leica üretildiğini ve bunun bir örneğini de gördüğünü söylüyor. Çobanoğlu, ortalıklarda gözükmeyen bu serinin New York'ta taklitlerinin yapıldığını ve alıcı bulduğunu belirtiyor. Leica bu olayı ne yalanlıyor ne de kabul ediyor. Birçok Leica sevdalısı, Leica'nın bu olayı kabul ettiğini, utancından dolayı hiçbir açıklama yapmak istemediğini düşünüyor. Biz de Leica'nın merkezinden konuyla ilgili bilgi istedik; ancak henüz cevap alamadık.Fotoğraf dünyasıyla pek ilişkisi olmayanlar için bu hikaye pek inandırıcı gelmeyebilir. Zaten Amerikan ordusu ve gizli servisler bir fotoğraf makinesinin değil, bu sihirli kutuları üreten optikçilerin peşindeydi. 1957 yılından itibaren atmosferin dışına taşınacak olan rekabette onlara ihtiyaç olacaktı. İstihbarat örgütleri, bugün terör örgütlerinin kamplarını ve istedikleri ülkelerin ordularını casus uydulara takılan hassas ve devasa objektifler sayesinde tespit edebiliyor. Bugün NASA, uzay çalışmalarını fotoğraf firmalarına borçlu. Bizim birkaç yıl önce kullanmaya başladığımız dijital fotoğraf makineleri teknolojisi, NASA'nın uzay çalışmaları ve askerî amaçlar için bundan 30 yıl önce üretilmişti bile.Bugün chiplerle donatılmış teknoloji harikası dijital fotoğraf makineleri 100-150 bin kare fotoğraf çektikten sonra neredeyse hurdaya çıkarken, pile ihtiyaç duymadan kutuplardan Amazonlar'a kadar çeşitli iklim kuşaklarında rahatlıkla kullanılabilen Leica M7 serisi iyi bir bakımla 100 yıl kadar çalışmasını sürdürecek biçimde üretilmiş! Leica ile çekilen fotoğraflar ise diğer makinelerin çektikleriyle kıyaslanamayacak kadar yüksek kalitede. Neler kaçırmışım diye hayıflanıyorsanız iyi bir otomobil ya da orta halli bir daire alabilecek kadar parayı gözden çıkararak bir Leica sahibi olabilirsiniz.
Etiketler: 2.Dünya Savaşı, Ara Güler, fotoğraf, Leica, makale, nazi, objektif, Zorki
posted by gildorx @ 1/04/2008 02:28:00 ÖS,
,

Nikon, yüksek çekim hızı, resim kontrol sistemi, sahne tanımlama sistemi, yüksek hızlı işlemci, kullanıcı isteklerine göre tüm ayarların şekillendirilebilmesi ve yüksek çözünürlükte tam kare algılayıcı gibi gelişmiş özellikleri öne çıkan D3 ve D 300 modellerini, fotoğrafçılık ile ilgilenen kalabalık bir profesyonel gruba tanıttı. Toplantıda yapılan açıklamaya göre; ürünlerin bu ay (aralık) itibari ile Türkiye'de satışa sunuluyor.Etiketler: fotoğraf, nikon
posted by gildorx @ 12/03/2007 04:12:00 ÖS,
,

Ara Güler 16 Ağustos 1928'de İstanbul'da doğdu. Lisedeyken film stüdyolarında sinemacılığın her dalında çalıştı.Yine aynı yıllarda Muhsin Ertuğrul'un tiyatro kurslarına devam etti.Amacı rejisör ya da oyun yazarı olmaktı.Gazetecilik yaşamına 1950'de Yeni İstanbul gazetesinde başladı.Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne devam ediyordu. Askerlik görevinden sonra Hayat Dergisi'ne girdi ve fotograf bölüm şefi olarak 1961 yılına kadar çalıştı. 1956'da Time-Life Türkiye’de büro açınca bu yayın grubunun yakın doğu muhabiri olarak çalışmaya başladı.1958’de Paris-Match ve Der Stern dergilerinin yakın doğu foto muhabirliği görevlerini üstlendi. Aynı yıllarda Henri Cartier Bresson ile tanışarak Paris Magnum Ajans'ına katıldı.1961’de İngiltere'de yayımlanan Photography Annual onu dünyanın en iyi yedi fotografcısından biri olarak tanımladı.Aynı yıl ASMP'ye (Amerikan Dergi Fotografcıları Derneği) kabul edildi ve bu kuruluşun tek Türk üyesi oldu. 1962'de Almanya'da dünyada 32 fotografçıya verilen “Master of Leica” ünvanını kazandı.Aynı yıl fotograf dünyasının çok önemli bir yayını olan ve İsviçre'de çıkan Camera dergisi onunla ilgili özel bir sayı hazırladı. 1964'de Mariana Noris'in ABD'de basılan “Young Turkey” adlı yapıtında fotografları kullanıldı. 1967'de Japonya'da çıkan “Photography of the World” antolojisinde Richard Avedon ile birlikte bir dizi fotografı yayınlandı. Yine 1967'de Kanada'da açılan “İnsanların Dünyasına Bakışlar” sergisinde, 1968'de New York Modern Sanatlar Galerisi'nde düzenlenen “Renkli Fotografın On Ustası” adlı sergide ve aynı yıl Almanya'da, Köln'de Fotokina Fuarı'nda yapıtları sergilendi. 1970'de “Türkei” adında fotograf albümü Almanya'da yayımlandı. Sanat ve sanat tarihi konularındaki fotografları ABD'de Horizon ,Time-Life, ve Nesweek kitap bölümlerince ve İsviçre'de de Skira Yayınevi tarafından kullanıldı. Lord Kinross'un 1971'de basılan Hagia-Sophia (Ayasofya) kitabının fotograflarını çekti.Skira yayınevi tarafından Picasso'nun 90. doğumgünü için hazırlanan “Picasso, Metamorphose et Unite” adlı kitabın İngilizce, Fransızca ve Almanca baskılarında kapak fotografı onundu. 1972'de Paris Ulusal Kitaplık'ta sergisi açıldı. 1975'de ABD'ne davet edildi ve birçok ünlü Amerikalının fotograflarını çekti.Bu gezinin ardından derlediği “Yaratıcı Amerikalılar” sergisi dünyanın birçok kentinde açıldı.Bu arada Bertrand Russel’dan Winston Churchill’e, Arnold Toynbee’den Picasso’ya, Salvador Dali’ye kadar birçok ünlü kişinin fotografını çekti.Bu ropörtajlar arasında en ünlüsü fotografcılara poz vermeyişi ile bilinen Picasso ile yaptığı röportajdır.1975’de Yavuz Zırhlısı’nın sökülmesini konu alan “Kahramanın Sonu” adlı bir belgesel film çekti.1979'da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin foto muhabirliği dalındaki Birincilik Ödülü'nü aldı. 1980'de fotograflarının bir kısmı Karacan Yayıncılık tarafından “Fotograflar” adı altında kitap haline getirildi.1981 yılında Basın Yayın Genel Müdürlüğü tarafından basınımıza değerli hizmetlerinden dolayı plaket verildi. 1986'da Hürriyet Vakfı'nca basılan Prof. Abdullah Kuran'ın yazdığı “Mimar Sinan” kitabı'nı fotografladı. Aynı kitap 1987'de Institute of Turkish Studies tarafından İngilizce olarak yayınlandı. 1989'da Hil yayınları yıllardır fotografını çektiği sinema dünyasının ünlülerini “Ara Güler'in Sinemacıları” kitabında topladı. 1991 yılında dönemin T.C. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dan Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü tarafından verilen Şeref Ödülü’nü aldı. Aynı yıl Dışişleri Bakanlığı için Halikarnas Balıkçısı'nın (Cevat Şakir Kabaağaclı) “The Sixth Continent” adlı kitabını fotoğrafladı. 1995 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından verilen “Başarılı İletişimciler” ödülü ve İFSAK “Yılın Fotografçısı” ödüllerini aldı.1999’da Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi “Zirvedekiler Onur Ödülü” ve Aydın Doğan Vakfı “Görsel Sanatlar Büyük Ödülü”nü aldı. Aynı yıl Gazeteciler Cemiyeti tarafından meslekte 50. yılını dolduran gazetecilere verilen “Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü”nü aldı.2000 yılında 70 yaşını doldurması dolayısıyla Ermeni Patrikhanesi kendisine“Liyakat Nişanı” verdi. Aynı yıl Türkiye’de “Yüzyılın Fotografçısı” ünvanı verildi.2002 yılında Fransız hükümeti tarafından İstanbul’da “Lejion D’Honeur; Officier Des Arts Et Des Letre” ünvanı verildi.2004 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi tarafından “Fahri Doktora” ünvanı verildi.Bunların dışında Ara Güler hakkında bir tanesi Almanya’da Münih Üniversitesi’nde olmak üzere 6 adet doktora tezi yapılmıştır.Bu arada Güney Amerika dışında bütün dünyayı gezerek foto röportajlar yaptı ve çektiği fotograflar Magnum ajansı kanalıyla çeşitli ülkelere dağıtılarak birçok dergi ve gazetede basıldı.1989’dan başlayarak “Day and the Life of…” programına katıldı, Endonezya, Malezya ve Brunei’de dünyanın en ünlü fotografçılarıyla çalıştı.Yıllardır üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotografları 1992'de Fransa'da Edition Arthaud, ABD ve İngiltere'de ise Thames & Hudson Yayınevleri tarafından “Sinan, Architect of Soliman the Magnificent” adı altında lüks bir kitap halinde yayımlandı. Aynı yıl “Living in Turkey” adlı kitabı ise İngiltere ve ABD’de Thames & Hudson, Singapur'da Archipelago Press tarafından “Turkish Style” başlığıyla, Fransa'da ise Albin Michel Yayınevi tarafından “Demeures Ottomanes de Turquie” adıyla yayımlandı.1994’de “Eski İstanbul Anıları” Dünya Şirketler Grubu’ndan, “Bir Devir Böyle Geçti Kalanlara Selam Olsun” Ana Yayıncılık tarafından yayımlandı. 1995’de “Yitirilmiş Renkler” Dünya Şirketler Grubu’ndan ve “Yüzlerinde Yeryüzü” Ana Yayıncılık tarafından yayımlandı. 1998’de “Ara Güler’e Saygı” YGS Yayınları’ndan,2002’de “Yeryüzünde Yedi İz” ve 2003’de “100 Yüz” Yapı Kredi Yayınları’ndan, 2004’de “Retrospektif - Fotojurnalizmde 50 Yıl” YGS Yayınları’ndan, 2005’de “Ara Güler” Antartist Yayınları’ndan yayımlandı. Ara Güler'in fotograflarının büyük bir bölümü Paris’te Ulusal Kitaplık'ta, ABD'de Rochester Georg Eastman Müzesi'nde ve Nebraska Üniversitesi Sheldon Koleksiyonu'nda bulunmaktadır.Ayrıca Almanya’da Köln’de Mueseum Ludwing'de Das Imaginare Photo Museum'da fotografları sergilenmektedir.
Ara Güler’e Dair *
Doğrusu, İstanbul 1928 doğumlu Türk fotografçısı Ara Güler’i tanıyıp da onun hakkında konuşma yapmak, zor iş. Bir kere, siz saygıdeğer dinleyenleri saatler boyu kendisini dinlemeye mecbur bırakacak ama yine de insan Ara Güler’i lâyıkıyla anlatmış olamayacaktır. Neyse, şükürler olsun ki, Ara Güler’in çektiği fotograflar var ve bu fotograflar, kendi adlarına konuşuyor… tabiî onun adına da. Bugün burada bu fotografları doya doya seyredebileceğiz.
Gene de, kısaca birkaç bilgi vermekte yarar var.
Ara Güler, 1950 yılında gazeteci olarak işe başladı. Bundan altı yıl sonra MAGNUM kooperatifinden büyük fotografçılar Marc Riboud ile Henri Cartier-Bresson’a rastladı, kendisi de Magnum için -ve elbette bir Leica ile- çalışır oldu.
Daha sonraları bütün önemli uluslararası dergiler, Stern, Paris Match ve tabiî ki New York’tan Life için iş yapmıştır. Ara Güler için konu kısıtlaması diye bir şey yoktur, çünkü o evrenselcidir, ama röportajlarının çoğunun odağında hep insan kıpırdar… İster isimsiz, ister ünlü insan! Böylece, yaşamı boyunca ortaya adım adım olağanüstü bir eser çıkmıştır.
Hemen ilâve edeyim: Ara Güler, büyük bir alçakgönüllülükle, kendini “sanatçı” olarak değil, resmî adıyla “foto muhabiri” olarak niteler… yani çağının kamera ile tanığı.
Kendi adıma ben, Ara Güler’in çeşitli işlerini “Photokina”da, Köln’deki Dünya Fotograf Fuarı’nda, sergilemiş olmakla gurur duyuyorum. Daha 1968’deki geniş kapsamlı iki sergiye, “Bir Tanık Olarak Kamera” ve “Dünya Sergisi: Kadın” sergilerine katıldı. O günkü kataloğumuzda, Ara Güler’in katkısı olarak, gülümseyen güzel bir genç kız yüzü yer alır. Daha sonraları, 1980’de bir sergimize daha katıldı. Bu seferki sergi, Kölner Kunsthalle’deki “Düşsel Foto Müzesi” sergisi idi. 1988’de ise yine Köln’deki Museum Ludwig’de “Parlak Işıklar ve Çarpıcı Gölgeler” isimli sergimize, o coşkulu “Merhaba” fotografıyla katkıda bulundu. O gün bu gündür sözkonusu fotograf, Ara Güler’in cömert armağanı olarak, “Gruber Koleksiyonu”nun bir parçası.
Kişisel sergilerinin sayısı başdöndürücü. Buna ilâveten, bugüne kadar tam 19 cilt fotograf kitabı yayımlandı. Hasılı, etkileyici olduğu kadar çok yönlü bir eser, üstelik bitmiş de değil, yani bizi bundan sonra da zenginleştirmeye devam edecek.
Ara Güler’in başarısının sırrı, muhtemelen, fotograf anlayışının onca modernliğine karşın, kalbinin derinliklerinde sonuna kadar gelenekselci olmasında yatıyor. Tabiî bir yandan da amatörce heyecanını, hem iç hem dış özgürlüğünü, merakını, olumlu anlamda çocuksuluğunu korumayı da bilmiştir.
Korumak, yaratıcılığının asıl itici gücüdür. Kendince değerli bulduğu mevcudu kalıcı kılmak, gören gözlere aktarmak ister. Böylece, gayet bilinçli olarak, Doğu kültürü ile Batı -yani topyekûn Avrupa- kültürü arasındaki ortak yaşamı kendi varlığıyla canlandırır; o ortak yaşam ki hem yüzyılların deneyimine dayanmakta hem de geleceği biçimlendirmektir.
Belki bunu, Ara Güler’in üstesinden gelmiş olduğu sayısız konu içinden seçeceğim iki karşıt örnekle daha iyi anlatabilirim: Yetmişli yıllarda Güler, US Information Agency tarafından “Yaratıcı Amerikalılar” ile bir foto-röportaj yapmakla görevlendirilmişti. Bunun ürünü, olağanüstü ikna gücü taşıyan portreler oldu. Kendisi, bunları belgesel bir kitapta yayımlamıştır. Büyük kişiliklerin bireyselliğini nasıl da yakaladığını görmek, hayranlık verici. Her bir portrede fotografı çekilen kişiye duyulan saygı, ama bir o kadar da Ara Güler’in yaratıcılığı ile o kişiye kattığı havayı hissedebilirsiniz.
Ara Güler, Amerika’daki akımların kendisini etkilemesine izin vermemiştir, hele onların gözünü kamaştırmasına hiç izin vermemiştir. Yeni Dünya hakkında eleştirici bir bakışla şunları söyler: “Fotograf için Amerika’ya gittiğimde, kendimi Avrupa’ya göre deforme edilmiş bir dünyada buldum. Herşey yeni, her şey başka ve herkes, Avrupa’da yüzyıllardır süregelmiş olan güzelliklerin, alışkanlıkların ve kültürün anlamını değiştirmeye, kendi görüşüne göre yeniden biçimlendirmeye, bunu da dünyaya ‘Amerika’dan Yenilikler’ adı altında sunmaya çalışıyor.” Ağır bir yargı.
Bunun karşısına Güler’in geçenlerde yayımlanan son kitabını çıkarabiliriz… ki bu kitap, onun iç dünyasını en iyi yansıtmaktadır. Kitabın adı, gayet yalın: “Eski İstanbul Anıları”. Güler, doğup büyüdüğü kentin yaşamını, bu yaşamın eriyip gitmesini insanın içine işleyen bir biçimde, siyah-beyaz veriyor. Burada karşınıza hep sıradan insanlar çıkıyor, kendi bildik sokaklarında, kayıklarda, gemilerde… O kargaşalı ortam, o insanların çok iyi tanıdığı vatanlarıdır; kadınlar, erkekler, çocuklar burada kendi evlerindedirler, bir işle uğraşırlar, çalışırlar, ama paydos anının keyfini çıkarmasını da bilirler. Bu kitaba yazdığı önsözde Ara Güler, şöyle der: “Çağ değişti, yaşam değişti… Değişecekti, değişmeliydi de ve öyle oldu.”
Güler, bunu 188 görsel an ile, etkiletici bir biçimde, kanıtlar. Bunlar, Güler’in geçici olmaktan kurtardığı, fotograf olarak muhafaza ettiği anlardır. Sonra da şunları söyler: “İnanıyorum ki fotograf, yaşantının bir anını yakalayıp onu gelecek zamanlara ulaştıran bir sihirdir.”
Gerçi Ara Güler, fotograf hasadını dünyanın dört bir yanından derledi ama, yüreği hep doğduğu kentte, Boğaziçi’ndeki o düş kentinde çarptı. Ve zannederim onun eserine güç ve sıcaklık katan da, budur.
Bugün büyük bir ulusun böylesine önemli bir -işte, şimdi o sözcüğü telâffuz edeceğim - sanatçısını… ve onun eserinin bir bölümünü burada, aramızda, görebildiğimiz, kendisini selâmlayabildiğimiz için gerçekten müteşekkiriz. Kendisine kendi adıma yürekten “hoşgeldin” derim. Ara Güler, bizlerin değerli dostu ve ülkesinin bütün insanları için parlak bir örnek olmuştur.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
* L. Fritz Gruber (14 Mart 1995 Düsseldorf,Ara Güler sergisinin açılış konuşması)
Etiketler: Ara Güler, biyografi, fotoğraf
posted by gildorx @ 4/30/2005 03:21:00 ÖÖ,
,
